16 Mart 2025 04:00

Avrupa'nın "ikinci sınıf" emperyalizmi

Avrupa Gündemi’nde bu hafta ABD’nin Avrupa devletlerini “ikinci sınıf emperyalistliğe” zorladığı tartışması, Fransa’da silahlanma nedeniyle sosyal bütçe kesintileri ve İngiltere-Çin ilişkileri var.

Avrupa'nın "ikinci sınıf" emperyalizmi

Fotoğraf: Beyaz Saray

Avrupa Birliği üyeleri ABD’nin kıta savunmasına katkısının sorgulandığı bir ortamda askeri harcamaları artırmakta anlaştı. Almanya’da yayımlanan Neues Deutschland gazetesinden seçtiğimiz makalede, “Avrupa’nın programı muhtemelen o kadar da savunmacı değil, saldırıyı da hedefliyor” yorumu yapılıyor. Yazıda, “Avrupa, yalnızca ABD gücünün bir ortağı olarak yani ikinci sınıf emperyalistliği kabul ederek bir dünya gücü olabilir” vurgusu da dikkat çekiyor.

Fransa’da Başbakan François Bayrou ve Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yönetimi sosyal harcamalar yerine savunma bütçesini artırıyor. ABD’nin Ukrayna’ya desteğini azaltması gerekçesiyle silahlanmaya öncelik veriliyor. Bu süreçte, emekçiler ve yoksullar yeni mali yüklerle karşı karşıya kalırken, Dassault gibi silah şirketleri kazançlarını artırma peşinde.

İngiltere’de ise enerji ve iklim değişikliğinden sorumlu devlet bakanı olan Ed Miliband Çin’e gidip temaslarda bulunacağını açıkladı. Bakanın The Guardian’da yayımlanan “Çin’e ihtiyaç var” başlıklı makalesi ABD Başkanı Trump’ın Çin ile rekabeti sertleştirdiği bir dönemde dikkat çekiyor.

AB’de silahlanma: İkinci sınıf emperyalistlik

Stephan Kaufmann
Neues Deutschland

Avrupa Birliği’nde özel fonlar, borç frenine yönelik reformlar ve Avrupa mali kuralları şu anda yeniden silahlanmayı finanse etmek için büyük çaplı borçlanmanın yasal temelini oluşturuyor. Ulusal borcun sınırlandırılmasından sonra istikrarın garantörü olarak kabul edilen kredi artık netleştiğine göre, orduya her türlü yolla para sağlanmalı. Almanya’da yeni hükümeti kurmakla görevli Hristiyan Demokrat Birlik CDU Lideri Friedrich Merz silahlanma için “Ne gerekiyorsa yapılacak” dedi. Neden?

Askeri bütçelerin genişletilmesi bir yandan Rusya’dan gelen tehditle diğer yandan ABD’nin artık Avrupa’nın koruyucu gücü olarak güvenilir olmadığı gerçeğiyle meşrulaştırılıyor. İki emperyal güç arasında sıkışan Avrupa’nın artık askeri olarak “bağımsız” olması ve kendi korumasını üstlenmesi gerektiği söyleniyor. Bu gerekçe en hafif deyişle yanlış; Avrupa’nın programı muhtemelen o kadar da savunmacı değil, saldırıyı da hedefliyor.

Önce ABD’ye bakalım: Sadece Donald Trump’tan bu yana değil, onun döneminde de dünyanın bir numaralı gücü, yarattığı ve garanti altına aldığı küresel pazarı yeniden düzenlemeye girişti. Trump, “Biz, diğer ülkelerin soyduğu bir kumbaraydık” diye yakındı. Bu kararın faydalarının gelecekte ABD’de daha da fazla görülmesi bekleniyor. ABD yönetimi bu uğurda çok sayıda ticaret ve gümrük savaşı başlatıyor ve en büyük rakibi Çin’e yaptırımlar uyguluyor. Avrupa’daki müttefikler de bundan nasibini alıyor. Trump, ABD’nin ekonomik üstünlüğünü kullanarak bunu kalıcı hale getiriyor.

ABD hükümetinin savaş sonrası düzeni tümüyle yıkmak istediğinden endişe ediliyor. Ancak Washington, NATO’nun küresel pazarın ve düzenin nihai garantörü olduğunun da farkında olmak zorunda. Bazen Trump’ın politikalarının hiçbir mantığa uymadığı görülüyor. Ancak emperyal bir mantıkla hareket edildiğinde, Trump’ın ABD çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmak istediği bir düzenin güvenliğinin sağlanması için Avrupalılara, dolayısıyla NATO’ya ihtiyaç duyuluyor. Bu yeniden yapılanmanın bir parçası olarak Avrupa’ya yeni bir aktör rolü atanıyor; bu bağlamda ABD hükümeti, Avrupa’nın dünya düzeninin şekillendirilmesinde eşitlik ve katılım arzusunu reddediyor.

Bu durum Avrupa hükümetlerini zor durumda bırakıyor. Ekonomileri de açık dünya pazarına dayanıyor ve ABD olmadan varlığını garantileyemiyorlar. Küresel ekonomik güç olma statüsü hem Çin hem de ABD tarafından tehdit ediliyor. Trump, siyasi olarak onları, ABD’nin Çin’e karşı yaptırımlarını destekleyerek ve aynı zamanda Rusya’ya karşı cephenin maliyetlerini üstlenerek Çin’i kontrol altına alma programına uymaları gereken sıradan astlar konumuna düşürüyor.

Avrupa’nın NATO güçleri, geçmişte pek çok ABD başkanı tarafından dile getirilen, daha fazla askeri harcama yapma isteğine şimdi yanıt veriyor. Bu, şu anda Avrupa’nın bir tür kurtuluşu, ABD’den bağımsızlaşması olarak sunuluyor. Ancak bu bağımsızlık, ABD’ye gerçek bir rakip güç oluşturmayı, ABD olmadan veya ABD’ye karşı yeni bir dünya düzeni kurmayı amaçlamıyor; Avrupalılar, maddi kaynaklarının yetersizliği ve farklı ulusal çıkarları nedeniyle bunu başaracak durumda değiller.

Aksine, yeniden silahlanmalarıyla, Avrupa’nın ABD dünya düzeni içindeki ağırlığını güçlendirmek ve orada “hizmetkar bir liderlik rolü” üstlenmek amacıyla Trump’ın NATO içinde “yük paylaşımı” taleplerine yanıt veriyorlar. Polonya Devlet Başkanı Donald Tusk, “Kendi gücümüzü oluşturmak, Trump’ı Avrupa ile iş birliğini zayıflatmak değil, güçlendirmek gerektiğine ikna etmenin en iyi yoludur” dedi. Çünkü Avrupa, yalnızca ABD gücünün bir ortağı olarak yani ikinci sınıf emperyalistliği kabul ederek bir dünya gücü olabilir ve böyle bir dünya gücü olarak da kalmak istemektedir.

Çeviren: Semra Çelik


Bayrou/Macron: Emeklilikleri unutuyoruz, silah satın alıyoruz

Sébastien Fontenelle
Blast

Başbakan François Bayrou’nun ifadesiyle, Fransız halkının iptal edilmesini talep ettiği emeklilik reformunu “iyileştirmek” amacıyla müzakereler başlatıldıktan sonra, sağcı iktidar ABD’nin Ukrayna’yı yüzüstü bırakmasından faydalanarak yeni bir doktrin öneriyor: Yoksullardan alıp silah tüccarlarına vermek.

Le Figaro gazetesi (Fransa merkezli, özellikle savaş uçakları üretimiyle tanınan Dassault Grubu’na ait), Başbakanın 2023 emeklilik reformunu “iyileştirmek” amacıyla başlattığını söylediği üç aylık müzakerelerin hemen ardından 28 Şubat’ta François Bayrou ile uzun bir röportaj yayımladı.

Röportajda Bayrou, Ukrayna’daki durumdan bahsederken, “Üç yıl önce, Putin’in Rusya’sının Ukrayna’ya saldırısıyla dünya değişti” ifadelerini kullandı. Daha da ileri giderek, “Uluslararası hukuk düzenine dayalı dünya, bir anda güçlünün hukuku ile yönetilen bir evrene dönüştü” dedi.

Ancak Bayrou burada çok hızlı bir genelleme yapıyor. Gerçek hayatta güçlünün hukuku dayatma eğilimi, elbette Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden çok önce de mevcuttu. Geçmişte ABD’nin Güneydoğu Asya ve Orta Amerika’daki sayısız insan hakları ihlali ve 2003 Irak işgali buna örnektir.

Bununla birlikte, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırarak uluslararası hukuku ayaklar altına aldığı doğrudur. Af Örgütünün son raporunda belirttiği gibi, Rusya savaş esirlerine ve Ukraynalı sivillere yönelik savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işleyerek uluslararası hukuku yok etmeye büyük katkı sağladı.

Ancak burada sorun, Fransa hükümetinin uluslararası hukukun ihlal edilmesine gerçekten karşı olup olmadığıdır. Bayrou, Rusya’nın hukuk tanımazlığını eleştirirken, aynı zamanda uluslararası hukuku ihlal eden İsrail’i desteklemeye devam ediyor.

Son bir buçuk yıldır İsrail de uluslararası hukuku çiğniyor ve savaş suçları işliyor. Amnesty International ve diğer birçok insan hakları örgütü bunu defalarca dile getirdi. Ancak Fransa, İsrail hükümetine yönelik eleştiride bulunmamakla kalmıyor, aynı zamanda Filistinlilere destek verenleri baskı altına alıyor.

Dolayısıyla Bayrou’nun, Rusya’nın hukuku çiğnemesine tepki gösterirken, İsrail’in yaptıklarına göz yumması büyük bir ikiyüzlülük örneğidir.

Le Figaro röportajında Bayrou, “En kötü koşullarda, bütçesiz ve meclis çoğunluğu olmadan atandım” diyerek şikayette bulunuyor. Ancak gerçekte, Bayrou’nun başbakan olması, seçim sonuçlarının gasbedilmesinden başka bir şey değildir.

Macron, tıpkı 2024 eylül ayında Michel Barnier’yi atadığı gibi, son genel seçimlerin ikinci turunda sol ittifakın kazandığı zaferi hiçe sayarak Bayrou’yu Matignon’a getirdi. Oysa sol ittifak, 2023 emeklilik reformunu iptal etme vaadiyle seçimi kazanmıştı.

Bayrou, göreve geldiğinde emeklilik reformu konusunda müzakereler başlatacağını söylemişti. Ancak başından beri bu müzakerelerin hiçbir yere varmayacağı belliydi. Ekonomist Michael Zemmour’un Mediapart’a verdiği röportajda belirttiği gibi, müzakerelerin sonuçsuz kalması baştan garantilenmişti.

Nitekim, Fransız işverenler birliği Medef’in başkanı, Le Monde gazetesine 28 Şubat’ta verdiği röportajda emeklilik reformunda taviz vermeyeceğini, 64 yaşında emekliliğin kalıcı olacağını ve tartışmaların sonuçsuz kalacağını açıkça belirtti.

Son günlerde sağcı siyasetçiler ve medya, ABD’nin Ukrayna’daki desteğini azaltmasını bahane ederek, Fransa’nın büyük bir savunma yatırımı yapması gerektiğini savunmaya başladı. Ancak bu harcamalar, yine işçi sınıfı ve emeklilerin sırtına yüklenecek.

2 Mart’ta sağcı politikacı Laurent Wauquiez, bir televizyon kanalında şu sözleri sarf etti: “Ulusumuz yanıltıcı bir rahatlık içinde uykuya daldı. Şimdi ise sert ve tehlikeli bir dünyada uyandık. Artık sosyal yardımlara gereğinden fazla para harcamayı bırakmalıyız çünkü bu paraya savunmamız için ihtiyacımız olacak.”

Liberal Ekonomist Nicolas Bouzou, savunduğu politik düşünce doğrultusunda, 1 Mart’ta Elon Musk’a ait sosyal medya platformunda yaptığı paylaşımda şu ifadeleri kullandı: “Fransa, savaş riski karşısında ekonomik gücünü artırmalı ve 1930’lardaki hataları tekrar etmemeli. Daha fazla çalışmalı, emeklilik yaşını yükseltmeli, işletmelere kolaylık sağlamalı ve yeniliği teşvik etmeliyiz.”

Ertesi gün, Bayrou bir paylaşım daha yaparak, “Avrupa’nın yeniden silahlanma stratejisi, sermaye ve şirketler üzerindeki vergilerin azaltılmasını ve istihdam oranının artırılmasını gerektiriyor” diye yazdı. Bu da açıkça 64 yaşında emekliliğin korunması anlamına geliyor.

Le Figaro ise bir başyazısında, Fransızların ve Avrupalıların Ukrayna’ya desteği sürdürmek için silahlanma yönünde “fedakarlıklara hazır olup olmadığını” sorguladı. Ancak bu “fedakarlıkların” öncelikle Dassault Grubu gibi silah şirketlerine milyarlarca avro kazandıracağını belirtmekten kaçındı.

Özetle, Ukrayna’nın desteklenmesi ve uluslararası hukukun korunması bahanesiyle, işçi sınıfı ve emekliler yeni bir kemer sıkma dalgasına maruz bırakılacak. Oysa aynı kişiler, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırıları karşısında kılını kıpırdatmadı.

Bayrou, eğer emeklilik reformu konusunda üç aylık müzakereler sonucunda uzlaşma sağlanamazsa, çözüm için referandum düzenlenebileceğini söyledi. Ancak burada büyük bir ikiyüzlülük var.

Çünkü Fransızlar zaten 7 Temmuz’daki genel seçimlerde sandığa giderek, emeklilik reformunu iptal edeceğini vadeden sol ittifaka oy vermişti. Fakat Macron, bu demokratik iradeyi hiçe sayarak, seçimi kaybeden sağcı Bayrou’yu başbakan atadı.

Bu nedenle Bayrou’nun “demokratik” bir referandumdan bahsetmesi, aslında halkı kandırmaya yönelik bir hamleden başka bir şey değildir.

Çeviren: Ali Rıza Yıldırım


İklim krizine karşı küresel mücadelede Çin’e ihtiyaç var

Ed Miliband
The Guardian

2017’den bu yana Çin’i ziyaret eden ilk Birleşik Krallık enerji bakanı olacağım. Çin’i bu kritik konuda muhatap almamak bugünün ve gelecek nesillerin ihmali olurdu.

İklim krizi Britanya’daki yaşam tarzımız için varoluşsal bir tehdit. Aşırı kirli hava koşulları, Bert ve Darragh gibi fırtınalar nedeniyle binlerce dönüm tarım arazisinin sular altında kalmasından son yazlarda sıcaklığa bağlı rekor sayıda ölüme kadar, ülkenin dört bir yanındaki insanların ve toplumların yaşamlarını şimdiden değişiyor.

Bu zorluğa yanıt vermenin tek yolu yurt içinde ve yurt dışında kararlı adımlar atmak. Yurt içinde, bu hükümetin temiz enerji süper gücü misyonu, Birleşik Krallık’ı fosil yakıt piyasalarına bağımlılıktan kurtarmak ve aynı zamanda istihdam ve büyüme için muazzam fırsatları değerlendirmek üzere yerli temiz enerjiye yatırım yapmakla ilgili.

Ancak daha büyük ülkeleri kendi paylarına düşeni yapmaya zorlamadan ülke içinde iklim eylemi mevcut ve gelecek nesilleri korumayacaktır. Emisyonlar sınır tanımaz ve çiftçilerimizi, emeklilerimizi ve çocuklarımızı ancak dünyanın diğer ülkelerinin de üzerlerine düşeni yapmalarını sağlarsak koruyabiliriz.

İşte bu nedenle bu hafta Pekin’e gidiyorum: Küresel emisyonların yaklaşık yüzde 30’undan sorumlu olan dünyanın en büyük emisyon yayıcısı Çin’in iklim acil durumunun üstesinden gelmek üzere harekete geçmesini teşvik etmek için. Çinli bakanlarla bir araya gelerek her iki ülkenin de taraf olduğu Paris İklim Anlaşması’nın hedeflerini nasıl gerçekleştirebilecekleri konusunda samimi görüşmelerde bulunacağım.

Çin, ABD, AB, Hindistan ve Birleşik Krallık’tan daha fazla emisyondan sorumlu olmasına rağmen 2017’den bu yana Çin’i ziyaret eden ilk enerji bakanı benim. Açıkçası, Çin ile bu konuda temas kurmamanın bugünün ve gelecek nesillerin ihmali olduğunu düşünüyorum. Maliye Bakanının son gezisinden önce söylediği gibi, Çin ile ilişki kurmamayı seçmek hiçbir seçenek değildir.

İnsanlar bana sık sık, mevcut küresel emisyonların sadece yüzde 1’ine sahip olduğumuz halde Birleşik Krallık’ın iklim krizi konusunda neden harekete geçmesi gerektiğini soruyorlar. Ancak emisyonların sadece yüzde 1’ine katkıda bulunuyor olmamız, küresel sahneden çekilmek için bir bahane değildir. Bu, İngiltere’nin, dünyanın ihtiyaç duyduğu eylemi gerçekleştirmek üzere küresel bir koalisyon kurmak için nüfuzunu kullanması yönünde bir talimattır. Bize başkalarını harekete geçmeye zorlayacak inandırıcılığı veren, son hükümetin yıllarca süren başarısızlığının ardından bu hükümet tarafından yenilenen yerel hırsımızdır. Bu, İngiliz halkını şimdi ve gelecek nesiller için korumakla ilgili.

Ziyaretimde elbette iş birliğinin yanı sıra meydan okuma da söz konusu olacak ve tedarik zincirlerinde zorla çalıştırma, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve Hong Kong’daki insan hakları gibi konuları gündeme getireceğim. Ancak anlaşmazlık, ilişkilerin kesilmesi için bir mazeret olamaz.

Son yıllarda aralarında Fransa, Almanya ve Avustralya’nın da bulunduğu pek çok müttefikimiz, bizimle aynı fikir ayrılıklarını paylaşmalarına rağmen Çin ile ilişkilerini sürdürdükçe biz de geri adım attık.

Gerçek şu ki geri adım atmak önceliklerimizi ilerletmek için hiçbir şey yapmadı, bu nedenle hükümetimiz Çin’e karşı yeni bir yaklaşım benimsiyor.

Önümüzdeki birkaç gün içerisinde Çinli mevkidaşlarımla bir araya gelerek tüm ülkelerin iklim sorununu nasıl aşabileceğini ele alacağım. Çinli bakanları bu yılın ilerleyen günlerinde Londra’ya davet ederek resmi bir iklim diyaloğu başlatacağız ve iki ülke arasındaki iklim değişikliği görüşmelerini ilk kez kurumsallaştıracağız…

Ziyaretim daha geniş bir gerçeğe işaret ediyor: Diğer pek çok konuda olduğu gibi iklim konusunda da ulusal çıkarlarımız için ancak uluslararası sahnede yer alarak mücadele edebiliriz. Başbakanın geçen kış Cop29’da dünyaya liderlik ederken gösterdiği gibi, halkımızı güvende tutmak istiyorsak diğer ülkelerle birlikte çalışmalıyız. Britanya’nın çiftçileri, emeklileri ve gelecek nesilleri daha azını hak etmiyor. Pekin’de vereceğim mesaj da bu olacak.

Çeviren: Sarya Tunç

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Ülkede 10 milyon kişi 25 bin liranın altında, açlık sınırı civarında bir ücretle çalışıyor.

65 yaş üstü nüfusun yüzde 13’ü geçinebilmek için, inşaat gibi ağır işler de dahil, çalışıyor.

Aile Bakanlığı verilerine göre 3 milyon 690 bin aile sosyal yardımla geçiniyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
MEB’in tarikatlardan sonra Ülkü Ocaklarıyla protokol imzalamasının ardından Ülkü Ocaklarının okullarda düzenlediği etkinliklerin propaganda ve eleman kazanmaya dönüştüğü iddiaları gündeme geldi

Evrensel'i Takip Et